Kendinizi Yeterli Görüyor musunuz?

“…insan kendini yeterli gördüğü için mutlaka azgınlık eder.”

Aykut Gül
6 min readOct 29, 2021

Derinden “Salih Bey!” diye seslenildiğini işitti. Güçlükle gözlerini açtı. Başucunca doktor olduğunu sandığı bir kişi duruyor ve sürekli ismini tekrar ediyordu. İyice kendine geldiğinde bir hastane odasında bulunduğu anladı… Kollarını hareket ettirmek istedi ancak bağlı olduklarını fark etti. Bacaklarını da oynatamadı. Sanki bir gökdelenin altında kalmış gibiydiler. Başını güçlükle sağa çevirebildi. Doktora merak ve şaşkınlıkla sordu: “Ne oldu? Neden buradayım?” Doktor ona sakin olmasını söyleyerek olanları anlatmaya başladı…

Doktor odadan çıktığında hala duyduklarına inanamıyordu. En acısı da tüm ailesini kaybetmişti. Yapayalnızdı artık…

Arabadaki son anlara dönmeye zorladı hafızasını. Her sabah olduğu gibi, eşi ve çocukları ile birlikte lüks aracının direksiyonunda, çınar ağaçlarının gölgelediği çevre yolunda ilerliyor olduğunu hatırladı. Bir kaç gün önce aldığı lüks otomobilinin keyfini çıkartırcasına her zamankinden daha fazla gaz pedalına yükleniyordu. Kendi müzik listesinden hareketli bir parça açmış ve direksiyonda tempo tutmaya başlamıştı. Önceki geceden arkadaşları ile aldığı alkolün etkisine ve uykusuzluğa rağmen sabah içtiği büyük boy bir filtre kahve ile kendine gelebilmişti. İşine bırakacağı yan koltuktaki eşi ve okullarına bırakacağı arka koltuktaki iki çocuğu ile yola koyulmuştu.

Saygın bir iş adamı, iyi bir konuşmacı ve sosyal etkinliklerin aranan ismiydi. Karizmatik, etkileyici ve iş bitiriciydi. Siyasete atılması yönünde de baskılar vardı üzerinde. Zaman zaman kaçamaklar yapsa da iyi bir aile babasıydı ona göre. Çocuklarına eğitimleri için her türlü imkanı sağlamış, isteklerini asla ikiletmemişti.

O gün şirketinde, yurt dışından gelen bir grup iş adamı ile önemli bir toplantısı olacaktı. İş hacmi her yıl katlamalı olarak büyüyor, servetine servet katıyordu.

Yeni bir lüks araba, hızın verdiği haz, müziğin içindeki canavarı kışkırtan ritmi ile benliği coşmaya, içindeki şeytan uyanmaya ve kibirlendikçe kibirlenmeye başlamıştı. Arada bir eşinden gelen uyarılara aldırmadan gaz pedalına giderek daha fazla yüklenmişti. Her şey ne kadar da mükemmeldi!… Kimseye ihtiyaç duymadan kendi ayakları üzerinde durabiliyor, imparatorluğunu daha da büyütmeyi şiddetle arzuluyordu. Tüm bunları tamamen kendi yeteneklerine, gayretine ve zekasına bağlıyordu.

Yan yoldan çıkan otomobili fark ettiğinde artık yapabileceği fazla bir şey kalmamıştı. Her şey bir kaç saniyede olmuş ve gözlerini bu hastane odasında açmıştı.

Tam 20 gündür bu halde, yoğun bakımda ve bilinçsizdi. Eşi ve çocuklarının son halleri gözlerinin önünden gitmiyordu. Oysa ki ne kadar da mutlulardı o an! Her şey ne kadar da yolunda ve mükemmeldi! Şimdi neredeyse yalnız kalmıştı. Anne-babası da hayatta değillerdi. Yıllar önce vefat etmişlerdi. Kardeşleri de yoktu. Bir yaşlı ve hasta amcası vardı ancak onun destek olması gelmesi mümkün değildi.

Bir kaç gün sonra yoğun bakımdan çıkartıldı Salih Bey. Özel bir odaya alındı ancak kapıda bekleyen bir güvenlik görevlisi vardı. Buna anlam veremedi. Doktor vizite geldiğinde sordu ona sebebini. Aldığı cevap kendisini bir kez daha şok etti. Kazada çarptığı araçta da bir anne ve çocuğu vardı. Ve maalesef hayatlarını kaybetmişlerdi kaza esnasında. Kusurun tamamı da Salih Bey’de görünüyordu. İnanamadı Salih Bey… Gözleri kararmaya, kulakları uğuldamaya başladı. Doktorun çıktığını fark etmeden öylece kalakaldı saatlerce. Vücudundaki acıları unutmuş, panik, kalp ağrısı ve şaşkınlık içinde dibe vurmuştu.

Kısa zaman sonra polis sorgulamaları, ardından mahkeme ve belki de hapishane süreçleri başlayacaktı. İşini hiç sormamıştı. Milyon dolarlık iş bağlantıları, misafir yabancı iş adamları… Hiç birisi aklına bile gelmiyordu.

Aklı bir türlü almıyordu. O kadar mutlu, varlıklı ve güçlü bir pozisyondan şu anki her şeyini kaybetme noktasına nasıl gelmişti?! Kendi ailesi dahil onca insanın ölümünden sorumlu olmak, tam sağlığına kavuşup kavuşamayacağını bilememek, sonrasında kendisini nelerin beklediği konusundaki kaygılar… En kötüsü de bunları konuşup paylaşabileceği hiç kimsesi de kalmamıştı. İş arkadaşları dahi kendisi ile görüştürülmüyordu. Penceresi olmayan bir hastane odasında, en temel ihtiyaçlarını dahi kendi başına karşılayamadan, sürekli tavana bakarak, zihninden geçen keşkeler ve ihtimallerle mücadele o kadar zordu ki… Dakikalar geçmek bilmiyor, şiddetli ağrılar kesilmiyor, psikolojik sıkıntıları her geçen gün ağırlaşıyor ve bu sürecin nereye evrileceğini hiç bilemiyordu.

Yoğun bakım sonrası hastanedeki yedinci gününde Salih Bey ayağa kalkmaya ve kısa adımlarla yürümeye başlamıştı. Odanın kapısında daimi bir güvenlik hala mevcuttu.

Çok nadiren ziyaretine gelen arkadaşları oluyordu. Öğleden sonra da şirketten bir arkadaşı geldi ziyaretine elinde bir kaç kitapla… İlk defa olarak ona sordu işlerin nasıl olduğunu… Aldığı bilgiler canını çok acıttı. Ortağı işlerin kontrolünü tamamen eline almış ve uygunsuz birtakım işlere girmişti. Salih Bey, maddi boyutundan ziyade en yakın ve güvenilir arkadaşı tarafından ihanete uğramış olmanın hayal kırıklığını yaşıyordu.

Ertesi gün emniyetten geldiler sorgulama için… Zor anlar yaşadı bu sonu gelmeyen sorgulamalarda. Bir yandan ailesi ve diğer kaybedilen insanlar, diğer yandan suçluluk ve vicdan azabı… Günler sonra hastaneden taburcu oldu ancak tutuklu yargılanmak üzere cezaevine götürüldü.

Onca lüks ve debdebeli bir hayattan sonra hapishane ortamına alışmak tabii ki mümkün olamadı. Koğuş arkadaşları ona hep mesafeli ve acıyarak baktılar.

Bir insanın hayatında böyle bir değişim nasıl mümkün olabilirdi? En tepe noktadan aşağıların aşağısına… Güçlü, saygın, itibarlı, kıskanılan bir yerden tiksinerek ve acınarak bakılan bir noktaya… Hayat bu kadar kırılgan mıydı? İnsan bir anda böylesine savrulabilir miydi? Halbuki çevresine, gücüne ve servetine o kadar da çok güveniyordu ki! Şimdi ailesi, akrabası, iş arkadaşları… Neredeyse hiç kimsesi kalmamıştı. Koğuşta bile derdini paylaşabileceği kimse yoktu. Omuzları düşmüş, tedirgin, yılgın ve solgundu.

Foto: Denny Müller / Unsplash

Koğuştaki yatağında, yine uyku tutmayan bir gecede, uzun yıllar sonra belki de ilk defa Allah’ı hatırladı. Artık kanatları kopmuş, kibri kalmamış, solgun, yılgın ve de etrafından bir anda kaybolanlara kızgındı. Aslında çocukluğunda anne ve babası Allah inancını vermişlerdi kendisine. Yazları mahalle camiindeki Kur’an kursuna bile devam etmişti. Fakat kısa zamanda, kolaydan elde edilen güç, servet ve yanlış arkadaş çevresi Allah’ı unutturmuş, her şeyi kendi yeteneklerine ve zekasına bağlamıştı. Hastane ve hapishane süreçlerinde hiç olmadığı kadar çaresiz, yalnız ve güçsüz hissetmişti. İlk defa özgürlüğün değerini fark ediyordu. Kendi çamaşırlarını yıkamak zorunda kaldığı koğuşun ter kokan, loş ve havasız ortamı onu çok değiştirmişti.

Artık tek sığınağının ve yardımcısının Allah olduğuna inanıyordu. Koğuşta okumaya başladığı Kur’an mealinde, Alak suresinde “…insan kendini yeterli gördüğü için mutlaka azgınlık eder.” ayeti, kendisinde büyük bir sarsıntı meydana getirmişti. Evet, kaza anı, onun kibrinin zirve yaptığı, kendini her türlü yeterli gördüğü, binlerce insana ekmek sağladığını düşündüğü, zekası ile övündüğü bir andı…

O gün hiç bir şey yiyememiş, uyuyamamış ve uzun yıllar sonra ilk defa abdest alıp seccadenin üzerine oturmuştu. Saatlerce süren pişmanlık, gözyaşı, itiraf ve istiğfar… Sonunda büyük bir ferahlık hissetti. Sakinleşmişti. Bu müthiş bir huzur anıydı. Evet, evet, bu affedildiğinin işaretiydi. Onun rahmeti sonsuzdu…

Bu onun en dip noktadan yukarı doğru çıkmaya başladığı andı. En kötü yaşanmış ve şimdi yeni ümitler yeşermeye başlamıştı.

Ranzasına uzandı. Gözleri koğuşun tavanına takılı kaldı. Derin bir tefekküre daldı. Olaylara daha farklı bir açıdan bakabiliyordu şimdi. O kazada kendisi de ölmüş olabilirdi. Geri dönüş imkanının olmadığı o kabir hayatı başlamış, kabir sorgusu yapılmış ve bitmiş de olabilirdi.

Oysa ki şu an hayatta idi. Dibe vurmuştu ama hala bir şansı vardı. Rabbi ona, yeni ve doğru bir hayat kurabilmesi için bir fırsat daha vermişti sanki.

Koğuştaki tek arkadaşı, “Hoca” lakaplı, Ahmet isminde, görmüş geçirmiş, çok okuyan ve yazan bir kişiydi. Onun, kendisine sabır telkin ederken söylediği İmam Gazali’nin şu sözü büyük bir umut kaynağı olmuştu: “Say ki öldün! Yalvardın, yakardın, sana bir gün daha verildi. Bugünü o gün bil, öyle yaşa.”

Ahmet Hoca, en büyük tehlikenin insanın gurura ve kibire kapılması, büyüklenmesi olduğunu uzun uzun anlatmıştı. Özellikle Şemsi Tebrizi’nin “Sakın kıyaslama kendini başkalarıyla! ‘Ama Ben…’, ‘Ama Benim şu kadar’, ‘Ben yaptım’, ‘Ben ettim’ sakın, sakın deme! Şeytan da böyle demedi mi? ‘Ben!’ dedi… ‘Üstünüm ondan!’ dedi, kıyasladı kendini, gururlandı ve kovulmuşlardan oldu!..” sözünden çok etkilenmişti.

Entelektüel birikimi yüksek olan bu kişi ile koğuş arkadaşlığı, onun için bulunmaz bir fırsat olmuştu. Dini kaynakların dışında da çokça okuyan ve bunları kendi değerlerimiz ve referanslarımızla yoğuran müstesna bir kişiydi Ahmet Hoca. Bir akşam üzeri, karanlık çökerken, Tolstoy’un “Kibir ve inat, bir kişinin kendini önce mükemmel görmesini sonra da sonunu oluşturur.” sözünü söylediğinde şamar yemiş gibi oldu. İşte, dedi, benim de kendimi en mükemmel gördüğüm o an benim sonum oldu, diye düşündü. Ancak bu son, bir başka hayatın başlangıcının da yolunu açmıştı. Bunun için ne kadar şükretse azdı!..

Ahmet Hocanın önceki gün kendisine verdiği Kemal Sayar üstadın kitabındaki bir cümle, sanki tam da ona yapılmış bir uyarı gibiydi: “İnsanlığın trajedisi, onu güçlü kıldığını sandığı vasıtaların aynı zamanda onun kuyusunu kazması, onun güçsüzlüğünün sebebi de olmasıdır.”

Yine Ahmet Hoca, din konusunda korkutmaktan ve eleştirmekten çok müjdeleyerek ve ümitlendirerek onunla çay sohbetleri yapmış, kalbine hitap etmiş ve onun hayat felsefesinin tamamen değişmesine vesile olmuştu.

Salih Bey, başına gelenlerden gereken dersleri almış, Rabb’inin kendisine bahşettiği bu fırsatı iyi değerlendirmeye azmetmiş ve ailesinin acısı saklı kalmak kaydıyla neredeyse bu yaşadıklarına şükreder hale gelmişti. Ahmet Hocanın hep söylediği gibi, “Hayır gibi görünen bir çok şeyde şer ve şer gibi görünen bir çok şeyde hayır dilemiş olabilir Rabbim.”

1.Bölümün Sonu

Aykut GÜL

--

--

Aykut Gül

productivity | informatics | learning | agricultural economics | tarım ekonomisi | strateji | eğitim | verimlilik | bilişim | kariyer | kişisel gelişim