İnanmak, insanın fabrika ayarlarında var aslında. Düşen bir uçakta bir ateistin olmayacağı ifadesi de buna işaret eder. Tahran’daki bir toplantı sonrası sohbet ettiğim bir İngiliz ateist, inanmamanın zorluklarından bahsetmiş, siz inananlar daha rahatsınız, demişti bana. Gerçekten de ölüm sonrası yok olacağını, hesap gününün gelmeyeceğini, adaletin yerine getirilmeyeceğini düşünmek çok zor olsa gerek… Evet, inanmak teslimiyettir, huzuru yakalamaktır çünkü.
“Korkarım ki bir gün teknoloji, insan etkileşiminin önüne geçecek ve aptal bir nesil ortaya çıkacak…” diyen Albert Einstein’ın sözüne, inançsız bir nesil de mi eklenmeli acaba?
Ateist düşünür ve felsefecilerin, Yaratıcı’yı inkar noktasında toplumsal düzen açısından bir alternatif ortaya koyamamaları, en büyük handikapları olmuştur. Friedrich Nietzsche, rahip olmak üzere eğitim almış, ancak çok değer verdiği babasının acılar içinde ölmesi, onun Tanrı’ya olan inancını sarsmıştı.
Alman felsefeci Arthur Schopenhauer’dan da etkilenen, bundan sonraki hayatını ateist olarak geçiren ve bunun propagandasını yapan Nietzsche, Tanrı inancı olmaksızın toplumsal düzenin nasıl sağlanabileceği konusunda bir çözüm ortaya koyamamıştır.
Genellikle hayatın anlamını çözemeyen ateistler bunalıma girmişler. Nitekim, Nietzsche de, ömrünün son zamanlarını akıl hastanesinde geçirmiştir.
Hayatın anlamını bulamayan Schopenhauer’a göre, en iyi seçenek hiç doğmamış olmaktı.
“Hayatın anlamı, hayatı anlamlı kılmaktır.” — Victor Frankl
Özellikle son on yılda başta gençlerimiz olmak üzere toplumun giderek dinden uzaklaştığını gözlemliyoruz. Bunu destekleyen yerli ve yabancı bir çok çalışma var. Güncel çalışmalar, ABD’de gençlerin herhangi bir dini inanca sahip olmayanlarının yarıya yaklaştığını ve bu artışın son on yılda giderek arttığını ortaya koymaktadır.
İnanç noktasındaki dejenerasyonun, daha çok sosyal medya kaynaklı olduğu kanaatindeyim. Bu mecralar, dine ve dini değerlere karşı, gerçek olmayan, maksatlı ve aşağılayıcı bilgilerle dolu.
Bilimsellik adı altında sürekli olarak şüphecilik beslenmekte, bu ise inanç temellerini sarsmaktadır.
Bugün çocukların ve gençlerin kişiliklerinin oluşumunda önce aile, sonra okul, arkadaş ve nihayet artık bir yaşından başlayarak dijital ortamlar etkili oluyor. Özellikle de sosyal medya fenomenleri sanırım bugün en büyük etkiye sahip olan kişilerdir. Bu kişiler, etkileyen (influencer) olarak da adlandırılmakta ve iyi kazanç da sağlamaktadırlar.
Ateizm’deki artış aslında çok sınırlı. Daha çok deizm ve agnostisizm tırmanışta. Bu ise bir Yaratıcı’nın olduğu fikrinin kolay kolay reddedilemediğini gösteriyor. Yaratıcı’nın varlığını kabul edip dini reddetmek, böylece kurallara bağlı kalmamak, daha özgür olmak ve belki de boş vermişlik bu akımları giderek yaygınlaştırıyor.
İnsanların gelir seviyesinin yükselmesi, teknolojik güç, rahatlık, rehavet, tüketim çılgınlığı, haz ve hız peşinde koşma… acaba tüm bunlar Yaratıcı’ya karşı bir başkaldırıyı mı tetikliyor? İnsan kendine yetebildiğine, isterse her şeyi elde edebileceğine, gücün kendisinde olduğuna inanıp en büyük güce “inanmamayı” mı seçiyor? Bu bir ilahlık iddiası değil midir? Sosyologlar, psikologlar, ilahiyatçılar, davranış bilimciler vd bunları uzun uzun tartışmalılar.
“Allah’ı zikrettiren dert, O’nu unutturan maldan ve sıhhatten daha hayırlıdır…” — Şems-i Tebrizi
Kapsamı çok geniş olan bu konuyu kısa tutarak özellikle ülkemizle ilgili bazı tespitlerde bulunmak istiyorum.
Dine karşı olanların en büyük sıkıntısı, dini ritüellerin hemen hiç birine alternatif koyamamaları. Örneğin, cenaze namazına bir alternatifi geliştiremediler. Cenaze, son noktada musalla taşına konur, namazı kılınır, dine mesafeli olanlar ise uzaktan siyah kıyafetler içinde izlerler.
Tefekkürün de ibadet olduğunu savunanlar var. İbadet bir tefekkürdür ancak tefekkür, inanç ve kalbi niyet ile desteklenmiyorsa, bir ibadet değildir.
Benzer şekilde, çalışmak da ibadettir diyerek akılları karıştırmak isteyen yaklaşımlar da var. İnanç ve sağlam bir niyetle desteklendiği durumda ancak çalışmak ibadet olur. Ayrıca ibadetler genel olarak birbirlerini ikame etmezler. Her birinin yerine getirilmesinin ayrı bir hikmeti vardır. Hac yerine hayır yapma tavsiyesi de bir başka örnek. Bunu sorgulamak veya değiştirmeye çalışmak ilahlık iddiasında bulunmak gibi tehlikeli bir sürece götürebilir.
Günümüzde çok popüler olan meditasyon, İslami anlamda bir ibadet değildir. İbadet ise en iyi meditasyondur. Meditasyon ve yoga benzeri uygulamaların çoğunun kökeninde Hinduizm ve Budizm inancı olduğuna dair ağırlıklı görüşler mevcuttur.
Dilerseniz, örnek olması bakımından bu yazıya bir göz atın. Hayrettin Karaman hoca bu konuda şunu ifade eder: “Yogada boşalma var, boşluk var; ama insan için güç, güven, huzur ve sevgi kaynağı olan Allah yok.”
“Meditasyon dediğimiz şey de doğu dinlerinin ibadet biçimidir. Yoga ile ilgili yüzlerce farklı ekol var. Bu ekollerin her birinin kendine göre meditasyon tekniği var. Ancak hepsinin birleştiği nokta Hinduizm ve Budizm inancının temel felsefeleridir.” der Prof. Dr. Şinasi Gündüz, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölüm Başkanı.
Bugün neredeyse tüm dinlerde var olan oruç ibadetinin sağlığa olan faydalarını dile getirmek ve teşvik etmek yerine, aralıklı oruç, aç kalma vb uygulamalar öne çıkartılmakta ve kendi toplumumuzda da geniş bir kabul görmektedir. Orucun bilimsel faydası ortaya konuluyor ancak dini referanslar yerine yeni isimlendirmeler ve küçük farklılıklarla topluma alternatif olarak sunuluyor.
“Sır”, “istemek”, “evrenden istemek”, “ne istersen olur”, “yeter ki iste”, “istersen her şeyi başarabilirsin” gibi alternatifler söylemler; bir anlamda dua, gayret ve tevekkül yerine ikame etme çabaları son yıllarda artış göstermektedir. Rhonda Byrne’in “The Secret — Sır” kitabı buna örnek olarak gösterilebilir.
İnsanın kul olma, kamil insan olma ideali, dünyevi başarı kıstasları ile değiştirilmekte, mutluluk hayatın ana amacı olarak sunulmakta, aslında hayatın gerçekleri olan acı, sıkıntı, üzüntü ve buna bağlı olarak diğergamlık, paylaşım vb duygular köreltilmektedir.
“Veren el olma” anlayışı aptallık olarak görülmekte, yerine ben merkezlilik ve çıkarcılık yerleştirilmeye çalışılmaktadır.
Bu sonucun sorumluluğu önemli ölçüde; inandığı gibi yaşamayan, inancını tebliğde, değişen dijital ortam ve uygulamalara göre yeni yöntem ve yaklaşımlar geliştiremeyen muhafazakarlara aittir.
Neler yapılabilir?
- Özellikle bugünün gençlerine, seminer, konferans vb toplantılarla bilgi yüklenmesi yerine, onları dinlemek, anlamak ve ilgi göstermek gerektiğinin farkına varılmalıdır.
- Dijital ortamlarda tüketici olarak büyük zaman harcamak yerine, özellikle sosyal medyada kaliteli içerik üretimi yapılmalı ve rol modeller vasıtasıyla farklı toplum kesimlerine ulaşılmalıdır. Sivil toplum kuruluşları, bunun için iyi bir teknolojik altyapı oluşturmalı ve yoğun bir eğitim faaliyetine girmelidir.
- Dijital ortamların yasaklanması yerine mutlaka bir dijital yönetim stratejisinin geliştirilmeli ve bunun eğitimi toplumun her kesimine verilmelidir.
- Ayrıca pandemi döneminde, resmi sınırlamalar dikkate alınarak ve sosyal mesafe, maske ve temizlik kurallarına dikkat ederek, zorunlu olarak ara verilen, fiziksel olarak bir araya gelme ve eğitim faaliyetlerine devam konusu değerlendirilmelidir. Çünkü uzmanlar, psikolojik sorunların, sağlık sorunlarının önüne geçebileceği konusunda uyarılarda bulunuyorlar.
- Sivil toplum kuruluşları, nicelikten çok niteliği esas almalı, daha fazla kültür ve sanata yatırım yapmalı, gençlerin beklentilerini ve onların değer yargılarını anlayabilmek için saha araştırmaları yapmalıdır.
Değerlerden yoksun eğitim, faydalı olmaktan ziyade insanı daha zeki bir şeytan yapar. — C.S.Lewis
Aykut GÜL
Not: Bu makale, Altınoluk Dergisi’nin 2021 Ağustos sayısında ayrıca yayınlandı.
Tüm yazılarım için tıklayınız.