İnananların Yalnızlık ve Dürüstlük Sınavı

Aykut Gül
3 min readFeb 5, 2023

Hayati Yazıcı’dan duymuştum yıllar önce: “Edeb, en çok yalnızken lazım.”

Yalnızken, “yalnız olduğunu” düşünmektir en büyük problem. Çünkü yalnız değilsiniz. Bu bizim inancımızın temelidir. O (cc) her an bizimledir, bizi görür ve gözetir. Bu ilk aşamadır her inanan için…

İkinci aşama ise yalnızken de doğru olanı yapabilmektir. O’nun gördüğü bilincinde olan insan zaten başka türlü davranamaz.

Kişinin davranışları, birinin kendisini görmesi veya görmemesi durumunda farklılık gösteriyorsa ciddi bir inanç sorunu var demektir. Kişinin kıldığı namazlar, yalnızken kıldığı namazlar gibi değilse mesele daha da büyük değil mi? Bu durumda gizli bir şirk ihtimali yok mu?

İnsanların övmesi ya da yermesi arasında bir farklılık kalmayıncaya kadar bu terbiyenin devam etmesi gerekmez mi? Mahalle baskısı, “kim ne der?” anlayışı; psikolojimizi alt üst eden, kendi olduğumuz gibi davranmamızı engelleyen, kendi hayatımızı başkalarının dayatmaları ile şekillendiren tehditlerdir.

Zachary Nelson / Unsplash

Modernist insan, çok fazla yük omuzlamakta ve altında ezilmekte. “Minimalizm” fikri buradan doğmuştur aslında. İnsanın altından kalkamadığı yükler maddi olmaktan ziyade manevidir.

Kalbi yüklerdir insanı yoran ve depresyona sokan. Kalbi yükler ise çoğunlukla dürüst olmamaktan kaynaklanır. Hem kendimize hem başkalarına ve hem de Yaratıcı’mıza karşı…

Her yerde, her zaman ve her şartta aynı tavrı sergileyen insan, saklayacak bir şeyi olmayacağından, müthiş bir rahatlık içinde olur. Birileriyle sohbet ederken, daha önce kime ne konuştuğunun hesabını tutmak zorunda kalmaz. Zaten bu hesabı tutturabilmek de mümkün olmaz çoğu zaman. Mutlaka açık verirsiniz ve bu da sizi güvenilmez yapar.

Tasavvufun temelinde adab-ı muaşeret var. Toplulukta edebi koruyabilmek, yalnızken de bunu sürdürebilmek.

İslam toplumunun dışında Doğu kültürlerinde de edeb çok önemsenir. Japonların çay seremonilerini, Himalayalar’daki Zen Budistlerinin davranışlarını düşünün. Tüm bunlar inançların temelinde adab ve güzel ahlakın olduğunu gösterir.

Osman Gazi’nin, misafir edildiği odanın duvarında Kur’an-ı Kerim asılı olduğu için sabaha kadar ayağını uzatıp yatamaması, Osmanlı’nın altı asır hüküm sürmesindeki başarısının temelinde ihlas ve edebin olduğunu gösterir.

Dürüst olmanın temelinde Allah inancı vardır. Aksi halde insanın bencilliği, onu kendi çıkarları doğrultusunda davranmaya iter.

Medeni dediğimiz, kurallara bağlılıklarını hep övdüğümüz Batı dünyasında, nadiren de olsa elektrik kesildiğinde, mağazaların nasıl yağmalandığını duymuşuzdur. O halde sistemin katı kurallarıdır sistemi çalıştıran, insanların çok dürüst olmaları değil.

Kamil insan olma hedefinin temelinde güzel ahlak ve onun ayrılmazı ihlas bulunur. “Ben, ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diyen bir peygambere ümmet olabilme çabası olmalıdır hayatımızı anlamlandıran şey.

Peygamberlik görevi gelmeden önce halkının tam güvenini kazanmış yüce bir şahsiyetin varlığı söz konusuydu. Görevi aldıktan sonra, ailesini ve yakın akrabalarını İslam’a çağıran Allah’ın Rasulü (sav), açık davete başlamadan önce tüm şehri toplayarak onlara şu soruyu sordu: “Ey Kureyşliler, ‘şu dağın ardında size saldırmak üzere olan bir düşman ordusu var’ desem bana inanır mısınız?” O güne kadar hiçbir yalanı görülmemiş olan Peygamberimizin dürüstlüğünü ve güvenirliğini tüm şehir tasdiklemişti: “Evet, inanırız. Zira biz senin bugüne kadar yalan söylediğini hiç duymadık. Seni doğru sözlü biri olarak biliriz.”

Peygamberimizin davetiyle İslam’ın hızla yayılması karşısında paniğe kapılan Kureyş, son çare olarak onu itibarsızlaştırmak istediler. Buna en başta Ebu Cehil karşı çıktı. Çünkü buna kimseyi inandıramayacaklarını biliyordu.

Bu yöntem, aslında ahlaksız bir dindarlığın olamayacağını, bugünün Müslümanlarının asıl meselesinin inandıkları gibi yaşamamak olduğunu, samimiyet sorgulaması yapılması gerektiğini göstermekte.

Sanal alemde izlendiği, dinlendiği, tüm mahreminin kaydedildiği endişesini duyan, ancak doğduğu andan itibaren yaptığı her şeyin kaydedildiğini ve mahşer gününde hepsinin önüne döküleceğini bilmesine rağmen neden bundan rahatsızlık duymaz insan?

O’nun (cc), şah damarımızdan yakın olduğuna inanmadık mı? Şüphe mi duyuyoruz bundan? Peki neden, küçük dünyevi menfaatler uğruna her türlü zillete katlanıyoruz?

Zaman daralıyor. Alacağımız nefesler sayılı. Dahası bizim maçımızın süresinin doksan dakika olduğunun bir garantisi yok. Uzatmalar ise hiç yok. Maçın bitiş düdüğü her an çalabilir…

Yazıyı tam yayınlayacak üzereyken sevgili Ömer Dike’den konu ile alakalı güzel bir paylaşım geldi: “Hayatı hürmetle yaşamak önemli. Bir fermuarı bile, size hizmete saygı ile severek çektiğinizde ömrü uzar.”

Aykut GÜL

Dünya Gazetesi Köşe Yazılarım | Youtube | Twitter | Medium | Tüm Medium Yazılarım | Yazılarıma Ücretsiz Abone Olun | Medium’a Ücretsiz Katılın | Yazılarım Hakkında

--

--

Aykut Gül

productivity | informatics | learning | agricultural economics | tarım ekonomisi | strateji | eğitim | verimlilik | bilişim | kariyer | kişisel gelişim