Bir “Son” Hikayesi…

“Say ki öldün! Yalvardın, yakardın, sana bir gün daha verildi. Bugünü o gün bil, öyle yaşa.” — İmam Gazali

Aykut Gül
6 min readFeb 6, 2021

Nedim Bey, 40’lı yaşlarına veda edip, yaşamında yeni bir sayfa açarken, hayatın tüm hengamesine kendini kaptırmıştı. Gelecek planları, yatırım hesapları, alım-satım işleri, mal-mülk kaygısı ile her yeni güne uyanıyordu. Doğrusu Nedim Bey, dünya telaşında kaybolmuştu…

Daha çok kazanmak, kazandığını yatırmak, yatırdıkça “zenginleşmek” Nedim Bey’in sihrine kapıldığı, kârına bağımlı olduğu bir düzen meydana getirmişti. Öyle bir düzen ki çoğu zaman kasasını açar, bankadaki hesaplarını sık sık kontrol eder, gördüğü rakamlarla başı dönerdi.

Kazandıkça, hesaplarındaki rakamlar büyüdükçe Nedim Bey’in dünyası da küçülmeye başladı. “Daha çok…” tuzağına düşmüş, bu tuzak içinde aslında çırpınırken, kanatlandığını düşünmeye başlamıştı. Artık insanlar daha küçük, Nedim Bey’in kaygıları daha büyüktü. “Ya kaybedersem, ya azalırsa” telaşı ile yumruklarını sıkarken, paylaşmayı, yardımlaşmayı da unutmuştu.

Kolay mı kazanılıyordu para? Zeka, sıkı çalışma ve yetenek gerektiriyordu. Yoksullarsa tembel, kafası çalışmayan ve asalak insanlardı. Verdikçe daha fazla istiyorlardı.

Katıldığı bir çok sivil toplum faaliyetinin arka planında, aslında sosyal ağını geliştirme, iş hacmini bu sayede büyütebilme gayesi yatıyordu. Yaptığı hayır işleri genelde medyatikti; bir yandan vicdanını rahatlatırken, öte yandan kendisine tanınırlık sağlıyordu.

Ailesine ayıracağı vakti, servetini arttırmak için harcarken zaman zaman vicdanını “onlar için çalışıyorum” düşüncesiyle rahatlatırdı. Ancak işin aslı bu düşünceye kendisi de pek inanmıyordu. Yanına yaklaşan her insanda art niyet arıyor, yine “ailem için daha çok kazanmalıyım” yanılgısıyla yalanlar söylemeye başlamıştı. Oysa büyük bir yanılsamanın esiriydi.

Nedim Bey’in, sağlıkla ilgili zaman zaman vücudundan gelen uyarıları duyacak kadar bile zamanı yoktu. Bunları da vesvese, kuruntu olabileceği düşüncesiyle pek kafasına takmadı… Aslında kendine de pek yakıştıramadı sağlık sorunlarının olabileceğini. Ömrünün ortalarında, sağlıklı beslenen, haftada en az üç gün spor yapan, nefesi tıkanmadan bir kaç kat merdiveni çıkabilen biriydi.

“İnsanoğlu o kadar dünyevileşir ki, mezar kazan bile öleceğine inanmaz.” der İmam Gazali. Gerçekten de insan, öleceğini bilen ancak hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan tek canlı… Oysa ki Tolstoy’un dediği gibi, “Biz hepimiz ölüme mahkumuz ve sadece idamımız ertelenmiştir”. Doğumla birlikte ölmeye başlıyor insanoğlu…

Eşinin kendisinden habersiz aldığı doktor randevusuna gitmesi için yaptığı baskılardan kurtulmak için nihayet doktor kontrolüne gitmeyi kabul etti. Bir kaç gün hastane temposu, tahlil ve tetkikler… Sonunda doktoru ile ne olduğu konusunda bir araya geldiler. Doktoru konuya biraz zorlanarak girdi. Durumunun son derece kritik olduğunu, -pek başaramasa da mümkün olduğu kadar rahatlatmaya çalışarak- sonunda akciğer kanseri olduğunu söyledi.

Nedim Bey’in hesapları arasında bu seçenek yoktu! İlk şokun ardından yapılması gerekenleri sordu doktoruna… Gelen cevap daha da ağırdı. Kanser son evredeydi ve yapılabilecek fazla bir şey kalmamıştı. Başını ellerinin arasına aldı, yıkılmış vaziyette öylece kalakaldı. Bir anda her yer karardı. Doktorun açıklamalarını duyamıyordu artık. Sonunda, “Ne kadar?” diyebildi… Ne kadar zamanı kaldığını anlamaya çalışıyordu… En zor ve merak edilen soru. “Birkaç ay… belki üç ay…” cevabını aldı.

Bu haberi, ailesiyle ve yakın çevresiyle paylaşması hiç kolay olmadı Nedim Bey’in… Herkes yıkılmıştı.

Ne olacaktı şimdi? Yapılan yatırımlar, birikimler, bol sıfırlı hesaplar? Her şey anlamını yitirdi o andan sonra Nedim Bey için. “Neden ben?” diye sordu hep kendi kendine… Bu kadar başarılı, parmakla gösterilen, sigara dahi içmeyen…

Acil tamamlanması gereken tüm işler bir anda yok oldu. Önemsizleşti. Daha önce başkalarına güvenemediği işlerini bir anda devretti. Ekranlardan kayan tüm finansal göstergeler artık yüreğini hoplatmıyordu.

Tam bir boşluğa düştü. Geceleri sürekli kendini sorguladı. Yaptıklarını, yapamadıklarını… İhmal ettiği zekatları, kılamadığı namazları, tutamadığı oruçları. İçinde derin bir pişmanlık ve hüzün. İkinci hayatında; kendisine, şirketlerinin cirosu, karlılığı, kaç kişiyi çalıştırdığı, serveti vs sorulmayacaktı başarı ölçütü olarak. Bilakis bunların hepsininin hesabını verecekti. Nasıl kazandığı, helal olup olmadığı, kul hakkına girip girmediği… Sonra da nasıl harcadığının hesabı. Aldığı nefese kadar, zamanını, sağlığını nerede, nasıl, kimlerle, ne uğruna harcadığı…

Bir kaç gün sersem vaziyette, ne yaptığını bilemeden, uykusuz ve panik halinde geçti. Bir gece aniden içinde bir şeyler kıpırdadı. Kendini bir anda çok canlı hissetti. Kalktı. Abdest aldı. Dua için ellerini açtığında, dili dönmedi bir türlü, ancak kalbinden akıyordu anlatamadığı her şey… Gözleri yaşlarla doldu. İstiyordu sınırsızca. O’nun hazinesi sonsuz değil miydi? Sonra uzun uzun tevbe ve istiğfar etti. Secdeye gitti tekrar tekrar... Öylece kaldı. Şimdi çok daha iyiydi. İçi ferahlamıştı. Yoksa affedilmenin, huzura kabul edilmenin bir işareti miydi bu? Ümidi asla kesmemek gerekiyordu. O da öyle yaptı. Son günlerinde, eksik kalan işleri temizlemeye karar verdi. Bunlar dünyalık eksiklikler değildi…

Tek sığınağı ibadetleri olmuştu. Artık secdeleri daha uzundu. Kalkmak gelmiyordu içinden bir türlü. Mümkün olsa da hep öyle kalabilseydi. O halde ruhunu teslim etseydi. Çaresizlik, hayatın anlamını yitirmesi ve iltica edilecek tek yer O’nun katı…

“…Ve sonra ölüm gelir, dünyadaki bütün sıkıntıları unutursun!”

Her gece uyurken sabahı karşılayamayacak olmaya hazırladı kendini. Uyanabildiği bir sabah evdeki çalışma masasının başına geçti. Daha önce kimseleri yaklaştırmadığı, çocuklarına sessiz olmaları için defalarca bağırdığı, geceler boyu hesap yaptığı anlar geldi aklına…

Foto: Eugene Chystiakov / Unsplash

Bir not defteri ve kalem aldı. Aynı masanın başında, arada bir pencereden şehrin siluetine dalarak notlar almaya başladı. Henüz hastalık ağırlaşmamışken hazırlıklarını tamamlamalıydı. Her zaman şirketleri için yaptığı eylem planlarını, yapılacak işler listesini, aciliyet ve önemine göre; şimdi ahirete hazırlık için yapmalıydı.

Şükretti; ani bir ölüm gelmeden, hayatındaki eksik ve yanlışları yapabildiği kadarı ile telafi etmeye fırsat verildiği için… Ah bu farkındalıkla daha uzun bir ömrü olsa nasıl da iyi bir hayat yaşardı?! Güç, servet, sağlık… Hepsi iyiye, doğruya, dengeli bir şekilde kullanıldığında anlamlıydı.

Önce sahip olduğu servetinden başladı muhasebeye. Zekatını eksiksiz vermiş miydi bugüne kadar? Öyle olduğu söylenemezdi. O halde zekat borcunu bir an önce kapatmalıydı. Bunun için ise bazı gayrimenkulleri nakde çevirmeliydi. Peki servetinin tamamı helal yollardan mı edinilmişti? Bazı soru işaretleri vardı yine bu konuda… Haram olan servet üzerinden zekat verilemezdi. Çünkü haram mal kendisine ait olamazdı. Önce bunu elden çıkarmalıydı -nasıl yapacağını da bilmiyordu- üzerine hata payını da ekleyerek. Kalan serveti üzerinden zekat hesaplaması yapıp uygun kişilere ulaştırmalıydı. Bunu ilk madde olarak, büyük harflerle, en başa yazdı.

Prof.Dr. Ulvi Saran’ın, “Ölünce götüremediğin şey senin değildir” ifadesi ne kadar da doğruydu. Götüremececeğimiz şeyler için bir ömür boyu uğraşmışız diye düşündü Nedim Bey. Üstelik de hepsinin hesabını vermek zorunda kalmak da ayrı bir boyuttu.

İkincisi, kul haklarıydı. Kimlerin kendisinde, maddi veya manevi hakları vardı? Bu ikinci madde olarak listede yer aldı. Şimdilik hatırladığı detayları alt başlıklar olarak yazdı. İşyerinde haksızlık yaptığına inandığı çalışanları, iş arkadaşları, akrabaları, komşuları vb. Bir çoğuyla maddi bir hesaplaşması yoktu aslında. Ziyaretine gidip, af dileyip, helallik istemeliydi. Devletle olan ilişkilerinde de bazı haksız kazançlar elde etmiş olabilirdi. Bunları da fazlasıyla hesaplayıp, bu mahsuplaşmayı nasıl yapması gerektiğini konu uzmanlarına sormalıydı. Daha sonra detaylarına girmek üzere ilerledi.

Dostoyevski’nin, “Ne yaparsan yap pişman öleceksin. Belki yaptıklarından, belki de yapmadıklarından.” sözü ne kadar da doğru diye aklından geçirdi. Önemli olan bu pişmanlıkları en aza indirebilmekti.

Öleceğini bilmek, son demleri olduğunu anlamak ve bunun üzerine tevbe edip pişman olmak, acaba geçerli miydi? Bu, son nefesteki pişmanlık ve tevbe gibi mi değerlendirilirdi? Son andaki pişmanlığın, tevbenin geçersiz olduğu hep anlatılır (Firavun örneğinde olduğu gibi). Bu hassasiyetlere daha önce sahip olamadığı için içi pişmanlıkla yandı.

Bugün ömrümüzün son günü de olabilir, kalan ömrümüzün ilk günü de… Ölümün ne zaman, nerede ve ne şekilde geleceğini kimse bilemez. Ani ölümlere karşı, her günümüzün ve hatta her anımızın son olabileceğini bilmek ve ahiret eylem planlarımızı ve o günün yapılacak işler listesini hazır tutmak ve öncelikle bunları halletmeye çalışmak gerekmez mi?

“Ölünce her şeyi öğrenecek ve artık soru sormayacaksın” diyen Tolstoy ne güzel ifade etmiş. Aslında öleceğini bildiğin anda da bir çok sorunun cevabını almış oluyorsun. Böylece hayatın bir rüya, ölümün ise gerçeğe uyanmak olduğunu anlıyorsun.

Tasavvufun temel amaçlarından olan “Ölmeden önce ölmek” ne kadar da derin manalar içeriyor. Ölüm gelmeden nefslerini tezkiye ve terbiye edenler, tatmin olmuş bir nefs ve huzur bulmuş bir kalp ile son yolculuklarına çıkabilenlere ne mutlu!

“Biliniz ki, kendisinden kaçıp durduğunuz ölüm, muhakkak gelip size çatacaktır. Sonra akıl ve duyularla idrak edilemeyeni de, edileni de bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O da size yapıp etmiş olduklarınızı bildirecektir.” — Cuma, 8

Aykut GÜL

http://aykutgul.medium.com

--

--

Aykut Gül

productivity | informatics | learning | agricultural economics | tarım ekonomisi | strateji | eğitim | verimlilik | bilişim | kariyer | kişisel gelişim